Dinde Kıtal Mü’minler Üzerine Farz Kılınmıştır
İnsanın nefsi, hevâsı şer görüp hoşlanmasa da Allahü Teâlâ cihadı farz kılmıştır. Bu hakikat muhkem nass ile sabittir: "Savaş/kıtal hoşunuza gitmediği hâlde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.' (El Bakara Sûresi:216) Bu âyet-i kerime; Allah yolunda cihad ve kıtalin, iman etmiş, eğitim ve öğretimin kaynağının vahyi olduğuna inanmış mü’minlerin ihya etmekle mükellef oldukları ibadetler olduğunu ortaya koymaktır. Hayrın ve şerrin ölçüsü, insanın aklı ve hevâsı değildir. İnsanın bir şeyden hoşlanması ya da hoşlanmaması, o şeyin hayırlı veya hayırsızlığını belirlemez. Aksine bir şeyin hayırlı ya da hayırsız oluşu, onun sonucunu bilmeye bağlıdır. Bir şeyin sonucunun ne olacağını, nasıl sonuçlanacağını Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Başladığı bir işin sonucunun ne olacağını, nasıl olacağını bilemeyen bir insanın hayırlıyı hayırsızı önceden tesbit etmesi mümkün değildir.
Mustafa YUSUFOĞLU
20.11.2021 11:03
3.459 okunma
"Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”(1)
Allahû Teâla “Samed” sıfatına sahiptir; gökleri, yeryüzünü ve bunların içinde yer alanları yaratırken hiç kimseye muhtaç olmamıştır. Hakeza Allahû Teâla tekliflerini inzal ederken ve hükümlerini koyarken de hiçbir kimseye danışmamıştır. Hiçbir kimseye ihtiyaç hissetmemiştir. Allahû Teâla hükümlerini cinlerin, insanların, meleklerin arzularına göre değil kendi muradına göre vazetmiştir. Rabbimiz, Hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı" buyuruyor. Aslında herhangi bir şeyden hoşlanıp hoşlanmamak mü’minin elinde olan bir şey değildir. Müslüman teslim olan kişidir. Allah’a iman ederek iradesini kayıdsız şartsız Allah’a teslim eden kişiye Müslüman denilir. Yâni Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul eden, arzularını Allah’ın arzularına teslim eden kişidir. Allah onun adına bir şeyden razıysa, mü’min de ondan razı olmuştur. Allah kendisi adına emir veya yasak olarak neleri seçmişse, Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul etmiş kişidir mü’min. İman bunu gerektirir, teslimiyet bunu gerektirir. Aksi takdirde imandan söz edilemez.
Bu âyet-i kerime; Allah yolunda cihad ve kıtalin, iman etmiş, eğitim ve öğretimin kaynağının vahyi olduğuna inanmış mü’minlerin ihya etmekle mükellef oldukları ibadetler olduğunu ortaya koymaktır. Savaş insanlara zor ve ağır gelir; çünkü savaşan insanlar hayatlarını tehlikeye atmakta, yurt ve yuvalarından uzak düşmekte, birtakım eziyetlere katlanmakta, dünyanın zevklerinden mahrum kalmaktadır. Savaşan toplumlarda istikrar bozulmakta, ekonomiden eğitime kadar birçok kurum krize girmekte, tabiat tahrip edilmekte, çevre kirlenmekte, Allah Teâlâ’nın yaratıp insanların istifadesine sunduğu nimetler boş yere –hatta insanlara zarar vererek– israf edilmektedir. Bütün bunların savaşı istenmeyen, korkulan, nefse ağır gelen, nefret edilen bir ilişki biçimine sokması tabiidir. Ancak savaşıldığı takdirde kaybedilecekler ve kazanılacaklarla savaşılmadığında ortaya çıkacak kazanç ve kayıplar mukayese edildiğinde birincisi ağır basınca, hatta zorunlu hale gelince savaş da kaçınılmaz olmaktadır. Şu halde İslâmî hükümler insanların arzularına, tabii meyillerine değil yükümlülükten hâsıl olacak sonucun iyi veya kötü, hayırlı veya hayırsız, faydalı veya zararlı olmasına dayanmaktadır. Tecrübelerden anlaşılmıştır ki insan var oluş amacı itibariyle faydalı olan bazı şeyleri arzulayabilmekte, bunlara karşı direnebilmekte, zararlı olanları da –bazan şiddetle, ısrarla ve iptilâ halinde– isteyebilmekte, engellenmeye karşı direnebilmektedir. Hikmetten yeterince nasip almamış ve olgunlaşmamış nefis, bu durumda iken kendine ağır gelen yükümlülüklerle eğitilmeli, aklın, hikmetin ve ahlâkın eksenine çekilmelidir. “Allah bilir, biz bilmeyiz” tasdiki ve ikrarıyla hareket edilmelidir.
Hayrın ve şerrin ölçüsü, insanın aklı ve hevâsı değildir. İnsanın bir şeyden hoşlanması ya da hoşlanmaması, o şeyin hayırlı veya hayırsızlığını belirlemez. Aksine bir şeyin hayırlı ya da hayırsız oluşu, onun sonucunu bilmeye bağlıdır. Bir şeyin sonucunun ne olacağını, nasıl sonuçlanacağını Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Başladığı bir işin sonucunun ne olacağını? Nasıl olacağını bilemeyen bir insanın hayırlıyı hayırsızı önceden tesbit etmesi mümkün değildir. Öyleyse iyinin kötünün, hayrın şerrin, haramın helâlin, hakkın bâtılın tesbitinde kıstas vahiydir. Bunu bilen sadece Allah’tır. Bakın âyetin devamında buyurur ki Rabbimiz: “Allah bilir, siz bilmezsiniz!”
Allah’ın ilmi karşısında cehlimizi, aczimizi ibraz edip kabul etmemiz, Allah’a olan imanımızın bir gereğidir. Yani sizler hakkınızda neyin hayırlı, neyin hayırsız olduğunu bilemezsiniz! Bunu bilen ancak Allah’tır. Perdelerin arkasını, hâdiselerin arka planını bilen ancak Allah’tır. Çünkü hayatın sahibi, varlığın sahibi Allah’tır. Hayatın tüm kanunlarını koyan Allah’tır. Bunu bilen Allah, sizin adınıza verdiği tüm emirlerinde sizin hayrınıza, sizin menfaatinize emirler vermektedir. Tüm kötülüklerden, tüm zararlardan korunmanız için de yasaklar koymaktadır. Emirleri de, yasakları da sizin hayrınıza, sizin menfaatinizedir. Zira insanlar pek çok şeyin kendileri hakkında zararlı olduğunu, uzun ve yorucu deneyimler sonucunda öğrenebilmişlerdir. Hatta kimi deneyimler milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Pek çok şeyin deneyimi de hâlâ mümkün olamamıştır. Her şeyi bilen, bilgi kendisinden olan Allah’ın bilgisine teslim olmayan insanlar, bu konuda daha çok şeyler çekeceklerdir. Allah yolunda Allah için cihad, kıtal, aklı gerekli ve yeterli bulanların değil, akıllarını vahyin kılavuzluğuna emanet edip Allah’ın ilmine teslim olanların işidir.
Âyet-i kerîmede konu edilen savaş da böyledir. Allah buyurur ki; hoşunuza gitmese de savaş size farz kılınmıştır. Yarattığı insanın fıtratını bilen Allah, yarattığı insana din gönderirken onun bu fıtratını asla göz ardı etmez. İnsan fıtraten savaştan hoşlanmaz. Savaş insan nefsine ağır gelir. Çünkü savaşta ölmek vardır, öldürmek vardır, yaralanmak vardır, maldan ve candan fedâkarlıklar vardır. Bu yüzden insan fıtraten güçlükleri sevmez. Ama yeryüzünde zulmün, işkencenin, adâletsizliklerin, kullara kulluğun bitirilip yerine adâletin ve Allah’a kulluğun gerçekleştirilebilmesi için savaş kaçınılmaz bir sonuçtur. Yâni yeryüzünde savaş, barış ortamının gerçekleştirilmesi için bazen kaçınılmaz bir vakıa olabilir. Zira yeryüzünde hakkın hâkimiyeti olmadan, fitne kaldırılmadan, barış ortamını görmek mümkün değildir. İşte Allah’ın kullarını, Allah’a kulluktan koparıp, kendilerinin kulu ve kölesi haline getiren, Allah kanunlarını kaldırıp kendi kanunlarını yürürlüğe koyan, insanları Rablerine değil de kendilerine boyun eğmeye zorlayan ve böylece Allah’ın kullarını fitneye düşüren tüm tâğutlara kaşı savaşılmadan, barışın sağlanması mümkün değildir. İşte yeryüzünde huzurun, barışın, Allah’a kulluğun gerçekleştirilmesi adına savaşmanız, bu uğurda mal harcamanız, sıkıntılara göğüs germeniz sizin için hayırlıdır. Siz bunun sonunu bilemediğiniz için hayırsız görseniz de sizin için hayırlıdır. Şehâdet hayırlıdır, cennet hayırlıdır, ganîmet hayırlıdır, zafer hayırlıdır. Hepsi sizin için hayırlıdır, diyor Rabbimiz.
İnsanın nefsi, hevâsı şer görüp hoşlanmasa da Allah yolunda Allah için cihad da, kıtal de hayırdır. Kişinin sırf Allah’ın rızasını kazanmak ve “İ’lay-ı Kelimetullah” davasına hizmet etmek için Allah yolunda mesaisinden fedakârlık yaparak alın teri ve beyin teri dökmek suretiyle bedeniyle gösterdiği her türlü çaba ve gayreti can ile cihaddır. Şartları oluştuğu zaman kişinin Allah yolunda savaşması (kıtal) da can ile cihadın yüzlerce cüz'ünden bir parçasıdır. Kişinin sırf Allah’ın rızasını kazanmak ve “İ’lay-ı Kelimetullah” davasına hizmet etmek için Allah yolunda malından her türlü miktarda yaptığı tasadduk/harcama da mal ile cihaddır. Hiçbir karşılık beklemeksizin Cenâb-ı Hakk’ın rızık olarak verdiği nimetlerden ve helâl yollarla elde edilen mal ve kazançlardan yalnızca Allah rızası için sarf etmek demek olan ‘infak’ bir nevi mal ile cihaddır. Günümüzde cihat denince maalesef insanların aklına ilk önce savaş, silahlı mücadele ve şiddet gelmektedir. Hâlbuki Kur’ân Allah yolunda silahla, kılıçla yapılan fiili savaşı ifade etmek için “katele” fiilini kullanmaktadır. Bu fiil Arapçada Mufâale babından gelmektedir. Mufâale babının en önemli özelliği, bir işin karşılıklı yapıldığını göstermesidir. Mufâale babında işteşlik ve müşareket vardır. Allah yolunda silahla savaş yani kıtal/mukatele Allah yolunda cihadın bir parçasıdır. Yani her Allah yolunda kıtal bir cihaddır ama her cihad bir kıtal değildir. Şartlar haiz olduğunda Allah yolunda savaşmak ise can ile cihadın çok önemli bir cüz'üdür.
İ’lay-ı Kelimetullah” davası uğrunda sırf Allah rızası için zihinsel bir çaba göstererek Kur’ân ve sahih sünnetten, insanlığın faydasına çıkartılan hükümler içtihaddır ve bu hükümleri çıkarma gayreti gösteren kişiye de müçtehid denir. Müçtehitlerin Kur’ân’dan ve sahih sünnetten içtihad yapabilmek için gösterdiği çaba ve gayret ilimle cihaddır. İlimle cihad ise can ile cihadın önemli bir cüz'üdür.
Dinde kıtal; müstevli, harbi ve mürtedlerin baskı ve işkencelerine karşı cerrahi müdahaledir. Yani son çaredir. İmam-ı Â’zam Ebû Hanife (rha) bu hakikati şöyle ifade etmiştir: “Mütecaviz kimselerle kâfir oldukları için değil, haddi tecavüzlerinden dolayı (yani zalim oldukları için) savaş! Adil zümre ve adil sultanla beraber ol.”(2)
Dinde kıtalin sayılamayacak kadar bir çok hikmeti vardır. İmanı olan, Allah’ın emrini tartışma konusu edip beğenmemezlik yapmaz. İbn-i Teymiyye (rha) şöyle der: “Savunma savaşı, dine ve kutsallara saldıran düşmanı savmanın en çetin şeklidir. İcma ile vaciptir. Dini ve dünyayı bozan düşmanı savmak, imandan sonra gelen en büyük vaciptir. Bu nedenle hiçbir şart yoktur ve imkân ölçüsünde herkes için farz-ı ayn hükmündedir.”(٣)
Mevdudi (rha) de“Tefhimu’l-Kur’ân” adlı eserinde şu görüşlere yer vermiştir: “İslâm'da düşman kabul edilen tarafın düşman kabul edilmesinin asıl sebebi, Allah ve Rasulü’nün emir ve yasaklarına riayet etmemeleridir; bu ister müşrik, kâfir ve putperest bir topluluk, isterse inanan bir topluluk olsun, İslam’a itaat noktasında asilik ederlerse onlar da İslam’a göre düşman kabul edilirler, ta ki doğru yola gelene kadar, ne şekilde olursa olsun asi olan doğru yola geldiğinde ise onlara karşı şiddet ve kaba kuvvet uygulamak doğru olmaz.”(4)
Allah yolunda savaşmak, meşakkatli bir farzdır. Fakat böyle olmakla birlikte yerine getirilmesi gereken zorunlu bir görevdir de. Yerine getirilmesi zorunludur, çünkü gerek tek tek müslümanlar hesabına gerek İslâm toplumu hesabına gerek tüm insanlık hesabına ve gerekse hakk, iyilik ve yapıcılık adına birçok yararlar içerir.
İslam insan fıtratının özelliklerini gözönünde bulundurduğu için bu farzın meşakkatini, zorluklarını inkâr etmez; onun sıkıntılarını hafife almaz; insan nefsinin bu görevi ağır sayan, ondan hoşlanmayan fıtrî duygularına karşı çıkmaz. Çünkü İslâm fıtratla çelişkiye düşmez, onunla çatışmaya girişmez, yok sayılmaları mümkün olmayan köklü duygularından onu soyutlamaya, yoksun bırakmaya kalkışmaz. Bunun yerine soruna bir başka açıdan yaklaşarak meseleyi aydınlığa kavuşturur.
İslâm açık açık söyler ki, bazı farzlar zor, buruk ve acıdır. Ama arkalarında öyle bir hikmet saklıdır ki, bu hikmet onların zorluğunu önemsizleştirir, acılığını tatlıya dönüştürür, onun aracılığı ile dar görüşlü insanların fark edemeyebilecekleri önemde bir hayır gerçekleştirir.
İnsan nefsi bu sözleri işitince önüne yeni bir pencere açılır, olaya bu pencereden bakar ve bu farklı bakış açısı sayesinde de onu daha önceki algısından farklı bir şekilde değerlendirir. İnsan nefsi sıkıntılar tarafından kuşatıldığı ve bu işin altından kalkamayacağını sandığı zor anlarda bu pencereden ılık bir meltem esmeye başlar. Belki de hoşa gitmeyen şeyin arkasında hayır, buna karşılık arzulanan şeyin arkasından kötülük vardır. Bunu sadece uzun vadeli amaçları bilen, gizli akıbetlerden haberdar olan yüce Allah bilir. İnsanlar böyle şeylerin içyüzü hakkında hiçbir şey bilmezler. Bu ılık meltem soluğunu insan nefsinin üzerine üfleyince artık o kişi sıkıntıları önemsiz görür, önünde ümit pencereleri açılır, yakıcı sıcak altında kalan kalbine su serpilir, bunun sonucunda güven içinde ve gönüllü olarak emre itaat etmeye, görevi yerine getirmeye atılır. İşte İslâm’ın insan fıtratı karşısında benimsediği tutum budur. Onun içinden geçen doğal duyguları inkâr etmez, zor bir işi sırf teklif edildi diye yapmasını istemez. Bunun yerine onu yavaş yavaş itaat eğitiminden geçirir, önünde ümit kapılarını açık tutar. Böylece iyi olan şey uğruna asgarî gayreti harcamasını, başkalarınca zorlanarak değil, gönüllü olarak kendini aşmasını ister. İşte İslâm insan fıtratını böyle eğitir. Bu eğitimden geçen fıtrat yükümlülükten bıkmaz, ilk darbe karşısında paniğe kapılmaz, işin başında zorluk görünce feryadı basmaz, zorluk karşısında zayıf kaldığı görüldü diye utanmaz, mahcup düşmez. Aksine direnir. Çünkü yüce Allah’ın kendisini hoş gördüğünü, yardımını imdadına yetiştirdiğini ve güçlendirdiğini bilir, sıkıntılara rağmen yoluna devam etmeye karar verir. Çünkü yapmakta olduğu işin sıkıntılarının arkasında bir hayır, zorluğun ardında kolaylık, zahmetin ve yorgunluğun sonunda büyük bir rahat gizli olabilir. Buna karşılık sevdiği ve yapmaktan haz duyduğu bir işe de düşüncesizce girmez. Çünkü hazzın arkasında pişmanlık gizli olabilir, istenen şeyin ötesinde istenmeyen birşey saklı olabilir, yem olarak verilen tatlı yiyeceğin arkasında ölüm pusuya yatmış olabilir.Bu, şaşırtıcı bir eğitim metodudur. Kökleri derinlere inen, sadece bir eğitim metodu… İnsan psikolojisine sızmak, onun ücra köşelerine ulaşmak için kullanacağı yolları, kanalları iyi bilir. Aracı doğruluktur, dürüstlüktür, yalancı telkinlere, aldatıcı kaypaklıklara asla müracaat etmez.(5)
Bu âyet-i kerîme ile kimlerin kastedildiği hususunda ise tefsir âlimleri farklı görüşlere sahiptir. Bundan kastın, özellikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabı olduğu söylenmiştir. O bakımdan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte savaşmak, onlar için farz-ı ayn idi. Şeriat karar bulup iyice yerleşince, artık bu farz-ı kifaye oldu. Bu görüş Atâ ve Evzaî’ye aittir. İbn Cüreyc der ki: "Ben Atâ’ya sordum. Bu âyet-i kerimeye göre insanlara savaş farz mıdır?" O: "Hayır dedi. Bu onlara (ashaba) farz kılınmış idi."(6)
Ümmetin Cumhûru ise şöyle demektedir: "Cihâd önceleri tayin sözkonusu olmaksızın kifaye olmak üzere farz kılınmış idi. Ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan savaşa çıkmalarını istediği vakit ona itaat etmenin vacip oluşu sebebiyle, onun bu savaş isteğine olumlu karşılık vermek, onlar için farz-ı ayn oluyor idi." Said b. el-Müseyyeb der ki: "Cihâd her müslüman üzerine muayyen olarak ebediyyen farzdır." Bunu el-Maverdî nakletmiştir.(٧)Ata b. Ebi Rabah (rha) der ki: “Kıtal, önceleri Muhammed’in Ashabı üzerine farz-ı ayn kılındı. Şeriat karar kılıp hâkim olunca farz-ı kifayeye dönüştü.” İbn Atıyye de der ki: "Üzerinde icma olunagelen husus şu ki, cihâd Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ümmetinin tümü üzerinde farz-ı kifayedir. Onu bu işi yapan Müslümanlar ifa ettikleri takdirde diğerlerinden sakıt olur. Ancak düşman İslâm topraklarına girerse o vakit farz-ı ayn olur."(8)
Bu Âyet-i Kerime’deki kıtalden murad, küffar ile yapılan kıtaldir. Müslümanlar üzerlerine farz kılınan cihad ile imtihan olunmaktadırlar. Bu âyetin muhatapları hem Rasûlüllah (sav)’in sahabeleri ve hem de kıyamete kadar yaşayacak bütün Müslümanlardır. Cihad da, kıtal de hükmüllah’tır. Saadeddin Taftazanî (rha)’in ifadesiyle, "Hükmüllah’ı kerih görmek, onun hilafına olana muhabbet beslemek, imandaki tasdikin kemaline münafidir."(9)Bizim hoşumuza gitmese de Allah yolunda kâfirlerle savaşta bilmediğimiz hayırlar var. Dinde cihad, dinde kıtal ütopya değil bir hakikattir. Din bizi hayale değil, hayata çağırır. Din bizi muhal’e değil, mümkün olana çağırır. Dinimiz İslâm bütün zamanlarda ve mekânlarda tatbiki mümkün olan bir dindir. Allah yolundaki cihadın, Allah yolundaki kıtalin dindeki varlığını kerih görüp inkâr edenler, hayrın ve şerrin ölçüsünü insan aklıyla mukayyed görenlerdir. Bir insan “Allah’ın bildiğini ben de biliyorum ve hatta Allah’tan daha iyi biliyorum” diyorsa, bu insanın tuğyanının sonu gelmez. Ecelden başka ecel yok, rızkımızdan ne az ne de çok yiyeceğiz. Bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde Allah hayır murat etmiş olabilir. Allah yolunda savaş ecelimizi yaklaştırmadığı gibi, rızkımızı da bizden uzaklaştırmaz.“Biz bilmeyiz, Allah bilir” mü’min insanların akidesidir.
_________________________
(1) Bakara Sûresi/216
(2) Ebû Hanife, el-Fıkh’ul-Ebsat (Çev: Mustafa Öz), Sh: 43 İstanbul: Marmara Ü. İlahiyat F. Vakfı/1992
(3) Hanbeli, El-İhtiyarat’u-l Fıkhiyye li Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye, Sh: 309, Beyrut/ty.
(4) Mevdudî, Tefhimu’l Kur’ân (Ter: Heyet), C: 5, Sh: 409, İst/1986
(5) Fizilali’l Kur’ân (Şehid Seyyid Kutub) C: 1, Sh: 223, Beyrut/ 1982
(6) El- Cami-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam-ı Kurtubî) C: 3, Sh: 38, Mısır/ 1967
(7) Maverdî, Tefsirul Maverdi - En Nüket Ve’l Uyun, C:1, Sh: 273, Beyrut/ 1992
(8) İbn-i Atıyye, el-Muharreru’lVecîz fi Tefsîri’l-Kitâbi’l-Azîz, C:1, Sh: 289, Beyrut/ 2001
(9) Fethu’l Beyan Makasıdu’l Kur’ân (Sıddîk Hasan Hân) C:1, Sh: 433- 434, Beyrut/1992

 

...
Yorum Ekle
Adınız :
Başlık : Yorumunuz :
Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
YAZARLAR
...
...